AYDINLANMA DÖNEMİ: MONTESQUIEU ve VOLTAİRE

 

 


MONTESQUIEU: SİYASETİN SOSYOLOJİSİ

(Kaynak: https://cdn-acikogretim.istanbul.edu.tr/auzefcontent/20_21_Guz/sosyoloji_tarihi_1/5/index.html)

 

Giriş

Montesquieu, Kanunların Ruhu’nda İngiliz Anayasası’nı incelemiş ve İngiliz siyaset sisteminin iki temel unsuru olduğunu tespit etmişti: siyasal özgürlük ve siyasal temsil. Fransız düşünüre göre tüm devletlerin ortak ve genel amacı, varlıklarını sürdürmektir. Ancak bunun yanı sıra, her devletin bir de kendine özgü amacı vardır. İngiliz anayasasının özgül amacı siyasal özgürlüktür. Yani İngiliz devletinin varlığının devamı siyasal özgürlük fikrine bağlıdır. Amacı özgürlük olan ve halkın meclislerle temsil edildiği İngiliz hükümet tipi, Montesquieu’nün kuramsallaştıracağı “kuvvetler ayrılığı” öğretisi üzerine bina edilmiştir.

Montesquieu’nün siyaset sosyolojisi alanında yaptığı çözümlemeler, bize onun genel sosyoloji anlayışının temel meselelerini ortaya koyma imkânı verir. Bunlar:

  1. Hükümet biçimi gibi spesifik bir temadan kalkarak toplumun tümü nasıl anlaşılabilir?
  2. Sosyolog, olgu ile değer arasında nasıl bir konumda yer almalıdır?
  3. Toplum üzerine yapılan çözümlemelerde, akılcı evrensellik ile tarihsel özellikler arasında nasıl bir denge kurulmalıdır?

Sosyoloji tarihinde Montesquieu, genellikle “sosyolog” değil “sosyolojinin öncüsü” kabul edilir. Bunun nedeni olarak; sosyoloji” sözcüğünün Montesquieu’nün yaşadığı dönemde henüz var olmaması; Montesquieu’nün modern toplumu incelememiş olması ve düşüncesinde “ilerleme” fikrinin yer almaması gösterilir.

5.1. Kuvvetler Ayrılığı

Ilımlı hükümet” – “ılımlı olmayan hükümet” ayrımı, Montesquieu’nün düşüncesinin kilit taşı niteliğindedir. Hükümet tipleri kuramı içinde yaptığı bu ayrım Montesquieu’ye, İngiltere üzerine olan düşüncelerini ortaya koyma imkanı vermiştir. Kanunların Ruhu adlı eserinin XI. Kitabı’nın 6. Bölümü’nde, Fransız düşünür İngiltere Anayasası’nı incelemiştir. Bu bölüm, zamanında o kadar güçlü bir yankı uyandırmıştır ki birçok İngiliz anayasacı, ülkelerinin kurumlarını Montesquieu’nün tahlillerinden hareketle yorumlamış ve anlamaya çalışmıştır. Montesquieu, Manş’ın öte yakasında öyle bir itibara sahipti ki İngilizler, Kanunların Ruhu’nu okuyarak kendilerini daha iyi tanıyacaklarına inanmışlardı1.

Montesquieu, İngiliz siyaset sisteminde iki temel unsur tespit etmişti: siyasal özgürlük ve siyasal temsil. Tüm devletlerin ortak ve genel amacı, varlıklarını sürdürmektir. Ancak bunun yanı sıra, Montesquieu’ye göre, her devletin bir de kendine özgü amacı vardır: Roma’nın amacı genişlemek ve büyümekti. Lakedaimon’un amacı savaş, Yahudi kanunlarının amacı din, Marsilya’nınki ise ticaretti. Diğer bir deyişle, Roma’nın varlığını sürdürmesi yayılmaya, Lakedeimon’unki savaşa, Yahudilerinki dine ve Marsilya’nınki de ticarete bağlıydı. Dünyada ayrıca bir millet vardır ki, diye devam eder Montesquieu, anayasasının amacı doğrudan siyasal özgürlüktür. Yani o devletin varlığının devamı siyasal özgürlük fikrine bağlıdır. İşte bu devlet İngiltere’dir2.

Siyasal temsil meselesine gelince, Montesquieu bunu tam anlamıyla yalnızca İngiltere modelinde, daha açık bir ifadeyle İngiliz monarşisinde görür. Cumhuriyet adını verdiği hükümet tipinde Montesquieu’nün düşündüğü anlamda bir siyasi temsil söz konusu değildir. Cumhuriyet kuramını geliştirirken esin kaynağı Yunan siteleriydi. Buralarda bir halk meclisi olmakla birlikte, bu meclisler halk tarafından seçilen ve halkın temsilcilerinin oluşturduğu meclisler değillerdi. Tekrar etmek gerekirse, Montesquieu gerçek anlamda bir siyasal temsilin İngiliz monarşisinde bulunduğunu gözlemlemiştir.

Amacı özgürlük olan ve halkın meclislerle temsil edildiği bu hükümetin en temel özelliği, bugün hâlâ gündemde olan ve üzerine pek çok söz söylenen “kuvvetler ayrılığı” öğretisidir.

Montesquieu, “ılımlı” bir hükümetin hâkim olduğu İngiltere’ye bakarak “kuvvetler ayrılığı” kuramını geliştirir. Buna göre devlet denilen aygıt üç ayrı kuvvetten müteşekkildir: yürütme, yasama ve yargı. Montesquieu İngiliz siyasal sistemine bakarak, bu üç kuvveti ayrı ayrı ve birbirleriyle olan ilişkileri bağlamında şöyle değerlendirir:

i) Yürütme: Montesquieu, İngiltere’de hükümdarın yürütme gücünü elinde tuttuğunu belirtir. Karar alma ve eyleme geçmede hız gerektiren bu kuvvetin tek bir kişinin elinde bulunmasının ne kadar isabetli olduğunu ifade eder.

ii) Yasama: Bu kuvvet, iki mecliste somutlaşır: soyluları temsil eden Lordlar Kamarası ve halkı temsil eden Avam Kamarası.

iii) Yargı: İngiltere’deki yargı gücü hakkında ise Montesquieu şöyle yazar:

“İnsanlar arasında pek korkunç sayılan yargı kuvveti, ne belirli bir mevkiye, ne de belirli bir mesleğe bağlı olduğundan görünmez hale gelir ve sanki yok olur”3.

Bu kuvvet olabildiğince az sayıda kişiden oluşan bir gruba ait kılınmalıdır. Ayrıca, kısıtlı sayıda üyeden oluşan bu grubun inisiyatifi (üstünlüğü, karar verme yetkisi) sınırlı olmalıdır. İnsanlar, kişilerin gücünden değil, kanunların gücünden çekinmelidirler; yargıçlardan değil, yargıdan korkmalıdırlar.

Montesquieu’ye göre, ancak bir kuvvetin, diğer(ler)ini durdurduğu veya dengelediği toplumlarda devlet özgürlükleri teminat altına alabilir ve bireyler kendilerini hür ve güvende hissederler.

Montesquieu, toplumsal kuvvetlerin bir denge içinde, birbirlerini sınırlar biçimde düzenlenmesi gerektiğini savunur ve bunun özgürlüğün başlıca koşulu olduğunu ileri sürer. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, Fransız düşünür tüm bu değerlendirmelerini aristokratik bir toplum modeli üzerinde yapar. Asıl maksadı, İngiltere’de gördüğü “kuvvetler ayrımı” modelini, Fransa’ya aktarmaktır. Zira Fransa, sahip olduğu aristokratik toplum yapısıyla, ancak İngiliz modelini takip ederse özgürlükleri teminat altına alabilir.

Montesquieu, “iyi” hükümetlerin “ılımlı” olduğunu, hükümetlerin “ılımlı” olmasının ise ancak gücün sınırlanması veya kimsenin kimseden korkmaması ile mümkün olabileceğini savunur. Montesquieu’ye göre İngiltere veya Fransa gibi aristokratik toplumların sağlıklı bir şekilde varlıklarını devam ettirebilmeleri için soyluların kendilerini güvende hissetmeleri gerekir. Bunun için de soyluların hakları, bizzat siyasal örgütlenmenin kendisi (yani devlet) tarafından güvence altına alınmalıdır. Kısaca belirtmek gerekirse, Kanunların Ruhu’nda ileri sürülen denge fikri esas itibariyle aristokratik bir toplum için söz konusu edilmektedir. Sözün özü, Montesquieu Fransız monarşisinin anayasası üzerine yürütülen tartışmalarda kral ya da halkın tarafında değil, kendisinin de mensubu olduğu aristokrasinin tarafındadır.

Bir aristokrat olarak, kendi sınıfının çıkarlarını monarka – yani krala – karşı korumayı amaçlayan Montesquieu’nün fikirleri, tarihin bir cilvesi olarak sonraki yıllarda (1789 Fransız Devrimi sürecinde) başka bir sınıfın, halkın sözcülüğüne soyunan burjuvazinin siyasal meşruiyetine temel teşkil edecektir.

Nitekim sonraki bölümde Montesquieu, düşüncesini daha açık bir şekilde ortaya koyan şu satırları kaleme alır:

“Bu konuyu ele almama neden, zihnim mi yoksa kalbim mi bilmiyorum. Yeryüzünde hür insanları çalıştırmayacak iklim belki yoktur. Kanunlar kötü olduğu için tembel insanlar ortaya çıktı; tembel oldukları için de bu insanları köle durumuna soktular”8 .

 

Montesquieu son tahlilde, nedenlerin çoğunluğu ilkesini kabul etmiş görünür. Önceki derste alıntıladığımız aşağıdaki satırlar bunun en açık göstergesidir:

“İnsanlar birçok şeyden etkilenir: iklim, din, kanunlar, hükümetin buyrukları, geçmişin örnekleri, örf, usuller. Tüm bunlardan genel bir ruh doğar.

Her ülkede bu nedenlerden herhangi birinin daha güçlü bir biçimde devreye girmesiyle orantılı olarak, diğer nedenler aynı derecede zayıflamıştır. Vahşiler üzerinde doğa ve iklim neredeyse tek başlarına hüküm sürerken, Çinlileri adetler yönetmektedir; Japonlar ise kanunlar altında ezilmektedir. Lakedaimon’a yön veren örftü; Roma’ya ise hükümetin buyrukları ile eski örf ve adetler yön vermekteydi”9.

 

 

“Bütün varlıkların yasaları vardır; Tanrının yasaları vardır; maddi dünyanın yasaları vardır; insanüstü varlıkların yasaları vardır; hayvanların yasaları vardır; insanların yasaları vardır”14 .

Montesquieu’ye göre, maddi alanda, doğada, hayvanlar âleminde geçerli olan yasalar zorunlu bir nedenselliğe tabidir. Bu alanlarda çiğnenemeyecek, karşı durulamayacak zorunlu yasalar vardır. İnsana gelince, akıllı bir varlık olan insana dair yasaların çiğnenebileceğini savunur. Çünkü akıl ile özgürlük bir arada bulunur. Akıllı bir varlık olan insan aynı zamanda özgürdür ve dolayısıyla kanunlara uymama imkânı (hürriyet) vardır. Bu nedenle de insan davranışına ait yasalar, zorunlu nedensellik türünden değildir.

İşte bu özgürlük durumu, insanı diğer varlıklardan üstün kılar.

Voltaire;  İngilizler Hakkında Mektuplar

 


http://dusuncetarihi.kapadokya.edu.tr/makale/ingilizler-hakkinda-mektuplar.html

 

Francois-Marie Arouet, namıdiğer “Voltaire”(1694–1778) filozofların en önde geleniydi ve Eski Rejime yapılan saldırının da çıbanbaşıydı. Kariyerinin ilk denemelerine ait İngilizler Hakkında Felsefi Mektuplar (Letteres philosophiques sur les Anglais,1734) adlı metninde Voltaire, Fransızlara İngiltere’yi, İngiliz hükümetini, İngiliz dini ve görüşünü açıklamıştır. Bu metninde Voltaire, Fransız Aydınlanması’nda Descartes’ten daha çok Aydınlanma’nın piri olmuş, İngiltere’nin büyük adamları Bacon, Locke ve Newton’a olan hayranlığını bildirmiştir. (Dizinin ikinci cildinde yer alan Voltaire metinlerine bakınız (sf.705, 758, 863).

Basmakalıp ve manasız bir soru olan “En büyük kim; Sezar mı, İskender mi, Timur mu, Cromwell mi?” sorusunun tartışması üzerinden çok da zaman geçmemiştir.

Bu soruya, birisi Sör Isaac Newton’nun onların hepsinin önüne geçtiğini söyleyerek cevap vermiştir. Bu soruyu cevaplayan beyefendinin iddiası hiç de haksız değildir. Öyle ki, eğer gerçek büyüklük, cennetin muhteşem dehasına sahip olup bu dehayı bizim ve başkalarının zihnini aydınlatmakta kullanmaksa, eşine benzerine bin yılda bir rastlayabileceğimiz Isaac Newton gerçekten de büyük bir insandır. Ayrıca, o siyasetçiler ve fatihler genellikle (her çağda var olan) birer haindiler. Bu adam, kendi hemcinslerinin kölesi olmuşlara değil doğruların zoruyla dünyanın geri kalan kısmının zihnine hükmeden saygımızın onu çirkinleştirenlerle değil evrenle iç içe olduğunu iddia eder.

Sonuç olarak, benden İngiltere’nin dünyaya kazandırdığı önemli şahsiyetlerin bir listesini çıkarmam talep edildiğinden, onlardan birkaçı olan Lort Bacon, Sayın Locke ve Sör Isaac Newton ile başlayacağım. Ardından, bu şahsiyetlerin sıralamasına göre, savaşçılar ve devlet bakanlarına yer vereceğim.

Kendimi, tüm Avrupa’nın itibari olan Lord Bacon’u adamakıllı bir şekilde bize kazandıran şeylerden bahsetmekle sınırlandıracağım. Lort Bacon’un, bu aralar, en işe yaramaz ve en az okunan eseri, yani Novum Scientiarum Organum onun tüm eserlerinin en iyisidir. Bu felsefenin uyanmasını sağlayan bir temel taşıdır ve büyük mabedin en azından bir kısmı inşa edildiğinde bu temel taşı artık kullanılabilir durumda değildi.

Lord Bacon henüz doğayla tanışmamıştı ancak ardından ona yönelen birçok yol keşfetti ve öğrendi. Bacon, gençlik yıllarında üniversitelerde felsefe diye adlandırılan şeye tepeden bakmıştı. Bacon, yalnız ihmalkârlık yüzünden kutsal addedilen terimleri değil, aynı zamanda din ile gülünç bir şekilde karıştırılarak yine kutsal addedilen kendi alakasız terimleri, tözel biçimleri, boşluk korkuları ve safsatalarından insan aklını arındırmak amacıyla insan toplumlarının kurulması için elinden geleni yaptı.

O deneysel felsefenin babasıdır. (…) Lord Bacon’dan önce hiç kimse ne deneysel felsefeyle ne de onun döneminden bu yana yapılmış birçok fiziksel deneyle ilgilenmiştir. O nadir deneylerinden birine eserinde de değinilir ve kendisi de birçok deney yapmıştır. Bacon, hava elastisitesini ölçmeye yarayan bir çeşit basınçlı motor yapmıştır. Bu motorun ağırlığının keşfinin bütün özelliklerine olduğu gibi yaklaştı, ancak biraz zaman sonra Toricelli bu doğruyu benimsedi. Kısa zaman içerisinde, deneysel felsefe birdenbire Avrupa’nın pek çok bölgesinde işlenmeye başlandı. Deneysel felsefe Locke’ın da kavramına sahip olduğu ve onun taahhütleriyle cesaretlenen bütün filozofların meydana çıkarma gayreti gösterdiği saklı bir hazineydi.

Bay Locke Üstüne

Belki de Locke’tan başka hiç kimse bu kadar sağgörülü ve muntazam bir dehaya sahip olmamıştı veya Bay Locke’tan daha çok mantıkçı değildi; buna rağmen Locke matematikte çok da yetenekli sayılmazdı. Bu büyük insan, ne meşakkatli matematik hesaplamalarına ne de ilk bakışta akla yatkın gelmeyen matematiksel doğru arayışına kendini kaptırmıştı ve kimse ondan daha iyi kanıtlar sunamamıştı; bu da bize bir insanın geometrik zekâya sahip olabilmesi için geometri bilmesi gerekmediğini gösteriyor. Ondan önce birçok filozof, en olumlu şekilde, insan ruhunun ne olduğunu açıklamıştır. Ancak onların bu konuya ilişkin en ufak fikirleri dahi olmadığından, birbirlerinden farklı fikirlere sahip olmaları gayet anlaşılabilirdir.

Sanat ve yanılsamanın ilk tohumlarını attığı ve insan aklının ihtişamının yanı sıra budalalığının da şaşılacak hale geldiği Yunanistan’da, bugün bizim yaptığımız gibi insanlar da eskiden ruhun doğasını sorgularlardı.

Güneşin Mora Yarımadası’ndan daha büyük olduğunu, karın siyah olduğunu ve cennetin taştan yapılmış bir yer olduğunu insanlığa öğretmesi onuruna mihrabı dikilen Yüce Anaxagoras, ruhun hayali bir varlık olmasının yanı sıra ölümsüz bir varlık olduğunu da doğrulamıştır. Diogenes (sahte para bastıktan sonra gülünç duruma düşen filozof Diogenes’ten bahsetmiyoruz) ruhun, Tanrı’nın tözünün bir parçası olduğunu savunur. Bu, kutsallığını kabul etmemiz gereken bir fikirdir. Epicurus, ruhun bedenle aynı konumda yer alan parçalardan meydana geldiğini savunmuştur.

Anlaşılmaz olduğundan dolayı binlerce açıklama sunmak zorunda kalan Aristo, birkaç öğretisine göre, bütün insanlardaki anlayışın yegâne olduğu ve bu anlayışın aynı töze dayandığı fikrini benimsemiştir. (…)

Pederlere ilişkin olarak da şunu söyleyebiliriz ki, ilkel çağda bu Pederlerin çoğu, ruhun beşeri bir varlık, meleklerin ve Tanrı’nın ise maddi bir varlık olduğuna inanmıştır. İnsanoğlu, tabii olarak, içinde bulunduğu her düzeni geliştirmeyi kendine görev bilmiştir. Aziz Bernard, Peder Mabillon’nun da itiraf ettiği gibi, ruhun ölümden sonra göğe yükseldiğinde Tanrı’yla yüzleşmediğini, ancak İsa’nın insan doğasıyla buluştuğunu söylemiştir. Ancak, Haçlı Seferi macerası onun itibarını daha önce zedelediğinden, sözüne bu kez itibar edilmemişti. Ardından, ruhun ne olduğuna ilişkin gayet açık bir fikre sahip olduklarından ve metinlerinden kimsenin tek kelime bile anlamayacağından emin olan Irrefragable Doktor, Subtile Doktor, Angelic Doktor, Seraphic Doktor, Cheurubic Doctor gibi binlerce âlim yetişmiştir. Eski çağın yanılsamalarını keşfetmek ve aynı zamanda kendi yerini almak için doğmuş olan Descartes’ımız, en büyük adamların zihinlerini bulandıran sistematik ruhtan kaçmış, ruhun düşünce ve öz ile aynı şey olduğunu göstermiş, hatta ruhun ona göre kapsam ile aynı olduğunu belirtmiştir. O, insanoğlunun ebediyete ilişkin düşündüğünü, ruh ve ruhun bedenle birleşmesinin Tanrı’yı tanıma, sonsuz uzay, bir sözcükteki soyut fikirlere sahip olma ve ana rahminden meydana geldiğini unutan en yüce vasıflarla donatılmış olma gibi metafiziksel kavramlardan haberdar edildiğini öne sürmüştür.

Peder Malebrache, kutsal yanılsamalarında doğuştan ideleri kabul etmekle kalmamıştır, aynı zamanda bizim varoluşumuzun en büyük nedeni olan Tanrı’dan hiç şüphe etmemiştir ve Tanrı’nın bizim ruhumuz olduğuna inanmıştır.

Bu kadar çok mantıkçının ruhun büyüsü üzerine yazmalarından sonra nihayet alçakgönüllülükle donatılmış bir bilge, ruhun tarihini ortaya koymuştur. Bay Locke, insan ruhunu aynen muhteşem bir anatomistin insan bedeninin kökenini açıkladığı gibi açıklamıştır. O, her zaman fizik bilimini kendine bir yol gösterici olarak görmüştür. Locke, zaman zaman olumlu konuşmaya cüret eder, ancak hemen ardından şüphe etmeye de başlar. Bilmediği şeyleri bir karara bağlamak yerine, günbegün bileceği şeylerin ne olacağını inceler.

Locke, bir bebeği doğduğu ilk andan başlayarak gözleme alır, onun anlama yetisinin gelişimini adım adım izler, onun bir hayvanla ne gibi ortak özellikleri olduğunu ve ondan ne gibi üstünlükleri olduğunu analiz eder. Her şeyden önce, varlığın sandığından daha bilinçli olduğuna kendini inandırır ve “Ruhun bizim bedenlerimizden önce mi, yoksa sonra mı meydana geldiği konusunu benden daha iyi bilenlere bırakacağım. Şunu itiraf etmeliyim ki, her zaman düşünmeyen ağır ruhlarla can bulmak benim kaderim; ruhun, daima hareket halinde olan o bedenlerden daha çok düşünmesi gerektiğini algılayamamak beni daha da mutsuz ediyor,” der.

Kendime gelince, göğsüm kabararak şunu söyleyebilirim ki, bu konuda Bay Locke kadar aptal olabilme onuruna ulaşmış durumdayım. Hiç kimse beni, her zaman düşündüğüme ve tasavvur edildiği üzere birkaç hafta sonra benim bilge bir ruh olduğum arzusuna sahip olmak için onun kadar eğilimli olabileceğime inandıramayacaktır.

Descartes ve Sör Isaac Newton’a Dair

Sör Isaac Newton’un hayatının seyri (Descartes’inkinden) epey farklıydı. 85 yaşına kadar mutlu bir yaşam sürdü, memleketinde çok fazla saygı gördü.

Sör Isaac Newton’un en büyük mutluluğu, sadece özgür bir ülkede doğmuş olması değildir, aynı zamanda tüm skolastik saçmalıkların yok olduğu bir dönemde doğmuş olmasıdır. Akıl artık eğitimliydi, dolayısıyla insanlık O’nun düşmanı değil, artık sadece öğrencisi olabilirdi.

İngiltere’de bu yeni filozoflarla ilgili yaygın görüş, sonrakinin bir hayalperest, öncekininse bir bilge olduğudur.

İngiltere’de çok az insan Descartes okumuştur ve doğrusu, geçen zamanda kendisinin çalışmaları faydasız bir hal almıştır. Diğer yandan, küçük bir grup Sör Isaac’a ait çalışmaları dikkatle incelemiştir, çünkü bunu yapabilmek için öğrencinin matematik alanında gerçekten çok yetenekli olması gerekir, aksi halde zaten söz konusu çalışmalar onun için anlaşılamaz olurdu. Ancak tüm bunlara rağmen, bu harika adamlar herkesin tartışma konusudur. Sör Isaac Newton, her avantajdan yararlanırken, Descartes bunlardan hiçbirine müsamaha göstermezdi. Bazılarına göre, vakumun keşfini, havanın ağır bir cisim olduğunu ve teleskopun icadını ilk bahsedilene borçluyuz.

Tek kelimeyle, Sör Isaac Newton, burada cahil insanlar tarafından kadim kahramanlara ait tüm zaferlerin kendisine yüklendiği unutulmaz hikâyedeki Herkül gibidir.

***

Geometri, Descartes’ın kendini bir ölçüde biçimlendirdiği bir rehberdir ve O’nun doğa felsefesi geçitleri arasından güvenle ilerlemesini sağlamıştır. Bununla beraber, sonunda bu rehberi terk etmiş ve kendini tamamen hipotezler oluşturmaya vermiştir ve bundan sonra felsefe O’nun için cahilleri eğlendirmekten başka işe yaramayan hünerli bir aşk macerasından başka bir anlam ifade etmemiştir. Ruhun doğası hakkında, Tanrı’nın varlığının kanıtları hakkında ve madde, hareket kanunları ve ışığın doğası hakkında yanılmıştır. Doğuştan var olan düşünceleri kabul etmiştir; yeni elementler keşfetmiştir, bir dünya yaratmıştır; kendi keyfine göre insanı biçimlendirmiştir; nitekim dürüst olmak gerekirse, Descartes’ın insanı gerçeklerinden çok farklıdır.

Kuramsal hatalarını o kadar ileri götürmüştür ki, iki artı ikinin dört etmesinin Tanrı’nın böyle istemiş olmasından başka nedeni olmadığını dahi iddia edebilmiştir. Yine de, hatalarının bile son derece değerli olduğunu kabul etmekle, O’na çok da büyük bir iltifatta bulunmuş olmayız. O kendi kendini kandırmıştır ama bunu hiç değilse yöntemli bir şekilde yapmıştır. İki bin senedir gençliğin kafasını meşgul eden, ancak gerçekleşmesi olanaksız tüm saçma fikirleri yok etmiştir. Çağdaşlarına nasıl düşünüleceğini öğretmiştir ve bu şekilde O’na ait silahları O’na karşı kullanmalarına imkân vermiştir. Descartes iyi para kazanmadıysa da temel alaşımı yasaklayarak büyük bir hizmette bulunmuştur.

Gerçekte de, O’nun felsefesini Sör Isaac Newton’unkiyle kıyaslamaya çok az insanın cesaret edeceğini düşünüyorum. İlki bir kompozisyondur ama sonraki bir başyapıttır. Ama bizi gerçeklik yoluna ilk getiren adam, muhtemelen sonrasında bizi aynı yoldan ilerleten adam kadar büyük bir dâhidir.

Descartes körlere görme kuvveti vermiştir. Bunlar, ilkçağ ve bilim dallarının hatalarını görmüşlerdir. O zamandan beri, ilerlediği yol sonsuzluk olmuştur. Yıllar boyunca Robault’nun küçük çalışması, tam bir fizik sistemi olmuştur, ancak şimdi Avrupa’daki birçok yüksekokulun tüm işlemleri bir araya gelse bile bir sistemin başlangıcındakiler kadarını meydana getirmemektedir. Bu dipsiz kuyu ölçüldüğünde dibi bulunamamıştır.

 

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

PLATON’NUN VARLIK, BİLGİ VE DEĞER ANLAYIŞI

15.-17. YY. FELSEFESİ

VARLIK FELSEFESİ: